Röportajlar

Bağımsız Sahne #32 : İlk teklisi “Gelibolu”yu dinleyicilerle buluşturan Gizem Dalgıç ile bir röportaj…

Bağımsız Sahne köşesinin otuz ikinci konuğu, çoğu insanın hem “Yeni Köylü” programında yer almasıyla hem de Doğu Karadeniz’i bisikletle gezmesiyle tanıdığı, aynı zamanda müziğe de gönül veren ve bu bağlamda internette yayınladığı cover ve bestelerinin yanı sıra Bingo 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için yaptığı şarkıyla da ilgi gören; son olarak kendi eseri “Gelibolu”yu ilk teklisi olarak dinleyicilerle buluşturan Gizem Dalgıç… Dalgıç ile Bi’Kuble için, müzik yolculuğunu, ilk teklisini, aldığı geri dönüşleri ve gelecek çalışmalarını konuştuk.

Öncelikle Gelibolu’ya kadar olan müzik yolculuğunuzda neler yaptınız? 

-Kurumsal hayatla uzun zaman önce arası açılıp kendini yollara atmış olanlardanım ben. İçimdeki müziği gerçekten duyarak dinlemeye bu dönemde yani 2015’te başladım diyebilirim. Doğa ile yakından bağlantıda olarak ilkelliği deneyimlemek arzum vardı; ben de kendimi ritmini topuk seslerinden alan İstanbul’un göbeğinden, ritmini saf sessizlikle akıtan bir dağ köyüne attım. İzmir’de Dumanlı Dağ’ın eteklerinde, Bozalan Köyü ışıklarına bakan şahane bir bölgede bir kış ve bir yaz başlangıcı geçirdim, bir mevsim geçişini yerinde gördüm. İşte en sevdiğim bestem Surya, orada doğdu… Çevresi meşe ormanlarıyla çevrelenmiş onlarca dönümlük bir arazinin tam ortasında yapayalnız olduğum, yapayalnızlığın dayanılmaz hafifliği ve saadetiyle bir yaz floryası gibi hissettiğim o anda, Surya’yı yazdım:

Çek bir merdiven daya, tepedeki zeytin ağacına, barışalım mı orada?

Sarı sandığımdan renkli, saçlarının arasında; bir mayıs papatyasında

Surya’nın rüyasında, tembel karanlık bir ayda; özgürlük buğdayında…

Bütün sesleri boşver, şu makaraya kulak ver, bir yaz floryasında….

Buğday Derneği TATUTA projesiyle ziyaret ettiğim bu yaşam alanının bende yer eden en genç üyesi, 5 yaşındaki Surya’nındır bu beste… Güneştir onun anlamı… Burası gibi pek çok ekolojik çiftlikten hatıralar alıp onlara hatıralar bıraktıktan sonra Karadeniz çağırdı beni… Gelibolu’nun Karadeniz’e de kıyısı olduğunu bilmiyordum o zamanlar tabi… Bisikletimi yanıma alıp canım Yelda Altunal’ın memleketine (Kendisinin de Kördüğüm isimli harika bir ilk teklisi çıktı bu arada) Artvin, Şavşat’a gittim, unutulmaz bir yaz geçirdim. Daha sonra Artvin’den başlayarak Samsun’a kadar yaklaşık 1 ay süren bir bisiklet turu gerçekleştirdim. Hayatımda daha diri hissettiğim bir dönem olmuş mudur, bilmiyorum. İstanbul’a dönüp bir süre Outdoor Fitness TR dergisinde editörlük yaptıktan sonra yolum KODA derneği ile kesişti ve kendimi Urfa’nın Harran ilçesinde ücretli öğretmenlik yaparken buldum. Bu deneyimden geriye, sınıfımda bende en çok yer eden öğrencilerden Fevzi’ye yazdığım bir şarkım kaldı…

Öfken boyundan büyük, yaşın kalbinden küçük

Ne bu içindeki ağlamak, yumruklarını kuru kuru sıkarak…

Sen ne güzel 9 yaşındasın

Öyle kaçak göçek dövüşerek….

Urfa’dan döndükten sonra Bingo Türkiye için 8 Mart Kadınlar Günü bestesi yaptım, sosyal mecralarda ve radyolarda çaldı… Şarkı da pek çok kadının dili oldu, çok sevildi. Bu müzik alanındaki ilk profesyonel işim oldu! (gülüyor)

Doğduğunda bir taneciktin, büyüdün de bin parçaya bölündün

Ev, iş, aile, dostlar, tek bir sahnede söyle kaç role büründün?

Kime sorsan bilir seni mutlu eden ne; ilgi, şefkat, mücevherat…

Oysa sana bir sorsalar, gönlündeki ne: Kendi sesini bir duymak….

Biraz nefes mi alsan?

Çocuklarla ilişkilerim her zaman çok iyi oldu. Urfa’daki deneyimim ise bana artık çocukla bağımı profesyonel alanda da güçlendirebileceğimin sinyalini verdi. Şu an Ayvalık’ta özel bir anaokulunda okul öncesi İngilizce öğretmenliği yapıyorum. Beste mi, olmaz mı? Bizim bir Cumhuriyet şarkımız var:

Dışarı çıkmadan önce elbisemi ben seçiyorsam,

Güneşi hep sarıya değil, mor renge de boyuyorsam

İşte bu benim cumhuriyetim

Kendi kendime seçebilirim

Bu dönemde de Ayvalık’ta, gitarım, çocuklar ve kedilerimle pandemi sürecini olabildiğince eğlenceli ve üretken şekilde atlatmaya çalışıyoruz. 

Bir tekli yayınlamaya nasıl karar verdiniz? Bu bağlamda Gelibolu’nun oluşum süreci nasıl gelişti?

– “Gelibolu” parçası çok ağır bir ayrılığın ritmik bir hafifliğe kavuşmuş hali.  Ayrılıklar gibi hayattaki pek çok yaşanmışlık, kabul evrelerinden sonra kabuklarını atıp yeni formlarıyla hayatta kalmaya devam ediyor. -Ancak evrimleşmelerinin bittiğini sanmıyorum- Gelibolu’yu da ayrılıkla bütünleştiğim, onun sihrini keşfettiğim, onun varlığına her gün yeniden şükrettiğim bir dönemde artık kendimden çıkarmak istedim.  Yaşanmışlıkların şiire, resme, şarkıya, daha onlarca forma dönüşebildiği yerde henüz sanata evirilmemiş olan yaratıcılık sanki özerkliğini ilan ediyor da dışarı taşıp paylaşıldığı, sonsuz boşlukta çarpışan atomlardan biri olmayı seçtiği yerde evrenselliğe hizmet eden bir sanata dönüşüyor gibi…  Ben de bu zamana dek kendi mülküm bildiğim, sınırlarını gözettiğim Gelibolu’nun eline tek yön bir bilet tutuşturarak onu evrene armağan etmek istedim artık! Bu tabii ki hem benim için hem de, insanlık için kısmını bilemem ama, evren için büyük bir adım! (gülüyor)

Düzenlemenizi üstlenen Onur Duygulu ile yollarınız nasıl kesişti?

-Onur Duygulu, küçük ama sürprizlerle dolu bir yer olan Ayvalık’ın önemli müzisyenlerinden bence. Kendisi oldukça nitelikli bir müzik geçmişine sahip olup özellikle jazz türünde çok iyi isimlerle hayranlık uyandırıcı performanslar gerçekleştirmiş bir sanatçı. Sosyal medya aracılığıyla kesişti yollarımız. Kendisine tekli hayalimden bahsedince de enstrüman kayıtlarını ve aranjesini seve seve üstlenebileceğini söyledi. Böylelikle vokal hariç geriye kalan tüm detayların imzasını taşıyan Onur Duygulu ile amatör ruhlu -daima!- ilk profesyonel işimizi yapmış olduk.

Gelibolu ile ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?

-Gelibolu henüz büyük bir dinleyici kitlesine ulaşamamış olsa da dinleyen kesimden sıcacık yorumlar aldım. Yorumların birleştiği ortak nokta, müziğin huzur verdiği, istirahate ihtiyaç olunduğu zamanlarda açıp dinlendiği üzerine oluyor ve bu benim çok ama çok hoşuma gidiyor. “Şarkı da kendin gibi olmuş” “Besten yaşadığın yere benziyor” gibi cümleler vesilesiyle de ruhumu geçirmiş olduğumu bilmek çok iyi hissettiriyor. 

Bununla birlikte çeşitli şarkıları YouTube hesabınızda paylaşıyorsunuz. Bu tarz çalışmaları yayınlamaya nasıl karar verdiniz ve sizce YouTube, yorumlarınızı duyurmada etkili mi?

-YouTube’da birikmiş onlarca şarkımdan oldukça sınırlı sayıda yayınlanmış beste var. Aslında bu hesabı henüz “şarkılarımı duyurma” mecrası olarak stratejik şekilde kullanmaya geçebildiğimi söyleyemem. Enerjimin yüksek olduğu zamanlarda kendi kayıt cihazımla amatör düzenlemeler yapıyor, sonrasında hesabıma yüklüyorum. Kendi adıma bir portföy, derli toplu bir koleksiyon oluşturabilmek adına hesabımı aktifleştirmiştim; ancak uzun zamandır ilgilenmedim diyebilirim. Belki zamanla dijital müzik mecralarında birikirler!

Kendi müziğinizi nasıl tanımlarsınız?

-Uzun yıllar önce bir belgeselde kovandaki bal, sunucu tarafından heyecanla şu şekilde betimlenmişti: “Şuna bakın, karamelli güneş ışığı gibi!” (gülüyor) İşte ben de müziğimi böyle tanımlıyorum: Karamelli Güneş Işığı…

Bununla birlikte müziğinizi bağımsız olarak dinleyicilerle buluşturuyorsunuz. Bu bağlamda bu durum size özgür bir alan sağlıyor mu?

Müziğin dağıtımını yapan uluslararası şirketler konusunda her ne kadar bağımlılık oluşturan bir tekelcilik söz konusu olsa da en azından kayıt, aranje, fikir geliştirme bağlamında özgür hissedip şarkıyı ruhumuzun aktığı yere doğru akıtma hürriyeti bağımsızlığın bir avantajı olsa gerek… Ticari kaygıların gölgesinde kendi ışığını yayamayan, hatta yaymaktan feragat etmiş pek çok iş var sektörde… Bağımsız müzik, bağımlı tüm müzikleri örgütleme misyonunu da üstlenen, müziğin tözünü meydanlara çağıran havada asılı bir yumruk gibi de aslında… Heyecan verici…

Müziğinizi bağımsız olarak dinleyicilerle buluşturmanın sizce bir müzik firması aracılığıyla buluşturmak arasındaki fark nedir? Artıları, eksileri nelerdir?

-Müziğin bağımsızlığı ilkesini gözetmeden, temelini çıkarcılık ve hak sömürüsü üzerine kuran müzik firmaları için konuşursak müzik yapmak herhalde, ben Harran’da öğretmen iken sınıfa girip “Aman hocam, alın bu çocuğu, eti sizin kemiği benim!” diyen veli yaklaşımından farklı bir anlayışı temsil etmiyor. Böyle firmalarda sanırım müzikler eti sizin kemiği de benim diyerek çaresizce teslim ediliyor, fırınlanıyor ve kendine yabancılaşmış bir halde nihai ürün olarak piyasaya servis ediliyor. Ancak yine de herhangi bir müzik firmasıyla çalışıp kendi somut deneyimlerime dayanarak bunu söylemem çok daha yerinde olurdu. Bağımsız şekilde dinleyiciyle buluşmak ise çocuğuna şiddetsiz iletişim teknikleriyle yaklaşan, yani çocuğunun ihtiyacını derinden analiz etmeye meyilli bir anneye karşılık geliyor kafamda. Müziği çocuk yerine koyarsak; ona şefkatlice “Sen gerçekten ne hissediyorsun? Bu his doğrultusunda ihtiyacın olan şey nedir?” sorusunu cesaretli bir şekilde sorup yanıtına göre dümeni çevirebilmek, bağımsızlığın da beslendiği kaynak olsa gerek.

Gelibolu’dan sonra yapmayı düşündüğünüz çalışmalar var mı?

-Evet, Gelibolu çok anlamlı bir başlangıçtı diyebilirim. Devamında arzu ettiğim başka paylaşımlarım da var elbette, çünkü çitlerle çevrili özerk alanımdaki şarkı çiftliğimde yer sıkıntısı çekmeye başladım. Bazılarını evlatlıktan reddedip evrenin çocuğu yapmak, kendim ise müzik doğurganlığıma devam etmek istiyorum. “Şarkı çiftliklerimiz var hepimizziiinnn, güle oynaya her bir şarkıyı besleyip büyüttüğümmüzz, hem de sonra öldürmeden onlarııı, sevmeye devam ettiğimiiizzz!” (gülüyor)

Gizem Dalgıç’a bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum. “Gelibolu”yu tüm dijital platformlarda bulabilirsiniz.