Röportajlar

İlk albümü “Anka”yı dinleyicilerle buluşturan müzisyen ve akademisyen Nazım Çınar ile bir röportaj…

Nazım Çınar… müziğin eğitiminden gelen ve geleneksel müziğin izinde başlayıp pek çok farklı müzikselliğe doğru başarılı bir yol alan Çınar, zaman içinde biriktirdiklerini Kalan / Z Müzik etiketli ilk albümü “Anka”da bir araya getirdi. Aynı zamanda akademisyenliğe de devam eden Çınar ile Bi’Kuble için, müzik yolculuğunu, albümünü ve gelecek çalışmalarını konuştuk.

Öncelikle Anka’ya kadar olan müzik yolculuğunuzda neler yaptınız?

-En başlarda müzisyen olmak gibi bir hayalim yoktu, aslında hayalim fizikçi olmaktı. Ondan dolayı müziğe biraz daha geç başladım. Genelde her aile, çocuğunun mühendis, doktor vs. olmasını ister, ama babam Rıza Çınar ve annem Zehra Çınar, resim ve müzik yeteneklerimden dolayı sanatçı olmamı istiyorlardı. Babam çalmam için değişik enstrümanlar alıyordu, ben de hepsini çalabiliyordum;  buna rağmen müziğe çok da hevesim yoktu. Aklım uzayda, fizikte, astronomide… Gerçekten hep sayısal üzerine çalıştım. Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Fizik bölümünü kazandım; ama bölüm birincisi olduğum halde bıraktım. Sonra müziğe geçtim. Müziğe geçme nedenim de; bir gün babam  eve teknesi kırık bir sazla eve geldi. Ben onunla saz çalmaya başladım. Lise sondaydım. Geç çalmaya başladım ama hızlı ilerledim. Arif Sağ, Erdal Erzincan, Hasret Gültekin gibi üstadları dinliyordum. Tam da yine o dönemlerde Kardeş Türküler’in “Doğu” albümü çıkmıştı.  Grubun Harbiye Açıkhava’daki konserlerine de şahit olunca, bu grupta olmak istediğimi farkettim. Baktım, CD’yi çevirdim. Kalan’dan çıkmıştı. Arkadaki iletişim numarasını aradım. Kardeş Türküler müzisyenlerinden Diler Özer ile iletişime geçtim. “Bağlama çalıyorum, sizlerle çalışmak istiyorum!” dedim. O da beni “Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışıyoruz. Bir gün gel çalışmalarımıza!” diye çağırdı. Ben de gittim, onların alt grubu vardır; “Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü”nde başladım, sonra Boğaziçi Gösteri Sanatları Merkezi ile birlikte dans müzik gösterileri yapmaya başladık 2005’e kadar. Öte yandan öğrenim gördüğüm fizik bölümü benim için hayal kırıklığı olmuştu. Ben fizik teorisyeni olmak istiyordum, astro fizik üzerine çalışmak istiyordum, ancak ülke şartlarında yapılabilir bir şey olmadığını anladım. Müzikte devam etmek istedim. Ben de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde arkadaşların yönlendirmesiyle Sanat ve Tasarım Fakültesi olduğunu öğrendim. Müzisyenlerle tanıştım. Oradaki Duysal Tasarım Bölümü Müzikoloji-Etnomüzikoloji ana bilim dalına başladım. YTÜ’de Prof. Dr. Alper Maral, her şeyimi borçlu olduğum en temel insanlardan biridir. Hiç unutmam, Alper hoca ilk derste bize “Ben küçük Alpercik’ler istemiyorum, herkesin kendi kimliğini bulmasını istiyorum!” Bizim ülkede yapılan yanlışlardan biri, hocaların kendi stilini dayatması ve öğrencilerin de o stilde gitmesi oluyor. Alper Hoca hiçbirimize “Sen git enstrüman çal, sen de git müzikolog ol!”  vs. gibi dayatmalar yapmadı. Her öğrencisine kendi yolunu bulması konusunda gerekli öğretiyi ve ışığı verdi. Benim hedefim ise multi enstrümanist olmaktı, pek çok enstrümanı çalmak istiyordum. Nota bilmiyordum. İlk bestem, bağlama için yaptığım “Gezgin”di. O döneme kadar olan bağlama repertuvarı içinde 3-4 ton merkezinde transpoze olabilen ilk eserdi. Sınava da onunla girmiştim. Alper hocamızın bilgi ve öğretisinden sonra kendi ruhuma en iyi giden şeyin bestecilik olduğunu düşünüp bestecilik yolculuğuna başladım. YTÜ Sanat Tasarım Fakültesi’nin avantajı, konservatuvardaki dersleri almamızın yanı sıra, ek olarak temel tasarıma ve kültüre dair de sanat dersleri içeren bir programın öğrencileri olmamızdı. Sanat bölümleriyle iç içe sınıflarımız vardı. Bizde geleceğin müzisyenleri, yönetmenleri ve ressamlar birbirini tanırdı. Bu eğitim sisteminin yararını çok gördüm. Çocukluktan beri sinemaya olan aşkımın hayatımda ayrı bir yeri vardı. Film müziği yapmak; besteciliğin yanı sıra sinemayı iyi bilmek, metni ve filmi iyi çözümleyebilmekten geçer. Bu nedenle film müziği yapmaya karar verdiğim zaman; çalışmaları bırakıp 1.5 sene sadece sinema çalıştım. Bu bağlamda o dönem yurtdışına bir konsere çıktığımızda harçlıklarımla gidip Londra Abbey Road stüdyosunda gönüllü olarak çalışmalara katıldım. Aslında müzik, hayatımda hep vardı. Annemin ailesinde iyi sesler var, hatta dedemi yeni kaybettim; o da köyde zakirlik yapar, birden çok enstrüman çalar ve hatta enstrüman yaparmış. İstanbul’da Davut Sulari ve Ali Ekber Çiçek’in onların yolundan gitmesini desteklemesine rağmen babası istemediği için gerçekleştirememişti… Anneannem de aynı şekilde ozanlık geleneğinden geliyordu. Onlar da hep benden bir türkü albümü bekliyorlardı. Ben ise var olan türküler üzerinden değil de kendim bir şeyler yapmayı istiyordum. Ondan dolayı bu albüm çok ertelendi. Bu ertelenme arasında “Bir türkü albümü yapsaydım daha mı iyi olurdu?” diye düşündüm, ama ben kendi müziğimle ortaya çıkmayı istiyordum. Hep konsepti olan bir proje yapmak istemiştim. Albümde eserlerin besteleniş yıllarını da yazdım ve büyük çoğunluğu bestelendiği yıllardan kalan kayıtlar ya da besteleniş tarihinden sonra yeniden kaydettiğim kayıtlardan oluşuyor; en yenisi 2016 tarihli Garodıs, “Vank’ın Çocukları” belgeseli için yaptığım enstrümantal bir eserdi. Albüm, genel olarak 2014’de bitmiş bir projeydi, sadece Garodıs’ı sonradan ekledim. Mesela “Küçük Kuşlar”ı albüm kapağında fotoğrafına yer verdiğim aile dostumuzun oğlu Çınar Darçın söyledi. O zaman daha küçüktü, şimdi büyüdü. Mesela “Papağan” enstrümantaldi ve sonra sözlerini ekledim.

Fotoğraf : Yusuf Koyun

Anka albümünün oluşum süreci nasıl gelişti ve bu bağlamda Kalan Müzik ile yollarınız nasıl kesişti?

-Arada kısa filmlere ve belgesellere yaptığım müzikler vardı. O zamanlar bağlama çalmaya daha çok vakit ayırıyordum. Ama  bağlama merkezli bir albüm yapsaydım, burada Alper hocama da gönderme yaparsam, benim müzikal kimliğimi anlatmayacaktı. Anka, her eserin ayrı rengi olduğu bir albüm; tıpkı anka kuşunun tüylerinin renkli olması gibi. Aslında albümün hikayesine, senaryo dersek; bu çalışmayı, filmi çekilmemiş bir film müziği albümü gibi düşünebiliriz. Albümlerin genelde hikayesinin olmamasını eskiden eksik bulurdum ancak bu konuda dogmatik değilim. Yorum ve icra üzerinden de albümler yapılabiliyor çünkü, tekrardan reprodüksiyonlar olabiliyor. Benim albümüm konseptli olmalıydı. Başka firmalardan da insanlarla iletişimimiz vardı. Mesela Güvercin Müzik ve Ses Plak gibi kaliteli ve değerli firmalardan çıkan çalışmalara da yönetmenlik yaptım. Kiminle konuşsam albüm hakkında “Bu bir Kalan kalitesi, Hasan Saltık işi!” diyorlardı. Kalan müzisyenlerinden dostum Engin Arslan’ın da albümün yayınlanma sürecinde desteği oldu. Benim gönlümde yatan aslan zaten Kalan’dı. Zaten Hasan Saltık ile önceden tanışma imkanım olmuştu. 2005 yılında kaydettiğim bestelerimi Hasan Saltık’a götürmüştüm ve sağ olsun Hasan ağabey sonuna kadar dinleyip bana çalışmalarımın iyi olduğunu; ancak bir konsepte oturmam gerektiğini söylemişti. O çalışmalar da ayrı bir yerde duruyor, onları yayınlamadım. Çünkü o dönemki müziğe bakış açım ile şimdiki bakış açım farklı ve bundan dolayı en güncel halimi yayınlamayı istedim. Onları da tekrar çalışacağım. Kalan ile farklı çalışmalarım da oldu; 2011’de Kemal Sahir Gürel ile çalıştık: mesela Ozan Şexo’nun Denge Hewa albümünde düzenlemeler yaptım. Zaten Kardeş Türküler ile olan ilişkimden dolayı Kalan benim için kalite olarak benimsediğim, başkasını düşünmediğim bir firma oldu.  

Albümdeki düzenlemeleri de siz üstlendiniz. Bu durum size kendi müziğinizi anlatabilme bağlamında özgür bir alan sağladı mı? 

-Sağladı. Ben müziğe geç başladığım için daha hızlı ilerlemek durumunda kaldım. Alper hocama armoni öğrenmek istediğimi söylemiştim; o da armoni dersleriyle uğraşmaktansa iki sesli üç sesli besteler yapmaya çalışmamı öğütlemişti. Benim kulak yeteneğimi bilerek söylüyordu. “Kafanda bir uyumlu sesler dünyası, doğal bir armoni var onun üstüne gidersin; notayı bir şekilde yazarsın!” demişti. Hala teknik olarak eserler içinde armonik geçişler yapmayı düşünen biri değilim. Zaten müziği çoklu olarak duyuyorum, o çoklu olarak duyduğum müziği düzenlenmiş haliyle kaydediyorum. Müziği yapıp sonra üzerine çok da deneysel olarak gitmeden orkestrasyonu benim yapmam doğal oluyor. 

Albümde size kalabalık bir müzisyen kadrosu eşlik etti. Bu kadronun ortaya çıkışı nasıl gelişti?

 -Aslında bu albüm, isimsizlerin albümü gibi oldu. Herkesin kendi çevresinde ismi var ama çok ünlü kişilerden ziyade gerçekten yeteneği olan ve bu tınıları çıkarabilecek, daha önceden çalıştığım müzisyen dostlarım var. Albümü birkaç sene önce sevgili üstad Erkan Oğur’a dinlettim. O da “Albümün güzel bir hikayesi var, albüme aynı zamanda bir anlatıcı mı koysan?” dedi, düşündüm ancak sonra en baştaki fikri bozmak istemedim. Bir enstrümantal eser ekleyip bir anlatıcı koyup hikaye üzerine bir epizot geçmeyi düşünüyordum ama sonra iptal ettik, böyle kaldı. 

Albümle ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?

-Şu ara Işık ve Üsküdar Üniversitesi’nde dersler verdiğimden dolayı öğrencilerimden genç kuşaktan alıyorum. “Küçük Kuşlar”dan dolayı çocuklardan alıyorum. Ezberleyen çocukların annelerinden şarkıyı söyledikleri videolar geliyor. Birinci çevremden, ailemden alıyorum. Alper hocam her yapılan çalışmayı kolay kolay beğenmez; benim müziklerimi uzun zamandır dinlemiyordu, ben ona hiç konseptten bahsetmediğim için de bağlama merkezli bir şey yapacağımı düşünüyordu. Kendisiyle bir araya geldiğimizde “Albüm sizin ışığınız olmasaydı olmazdı!” dedim. Hocam da “Bülbül”ü beğenmiş ve “Albümün kazanımı annen oldu!” demişti. Çünkü albümde vokallerde yer alan annem Zehra Çınar’ın çok güzel bir sesi var. Alper hocamın deyimiyle “Futbol için İngilizlerin oynadığı ama Almanların kazandığı bir oyundur derler ya, annen de albümün starı olmuş!” Annem demişken;  “Küçük Kuşlar”da yer alan Çınar Darçın hariç tüm vokaller annem ile ben yaptık. Buna annem olduğu değil de bir besteci olarak baktım. Sesi çok geniş ve başarılı olduğu için onunla çalışmak istedim. Antalya Film Festivali’nde en iyi müzik dalında Altın Portakal adayı olduğum  “Pia” filminin müziklerini yapmıştım ki “Anka”nın bir bölümünü orada kullanmıştım. Müzik annemin sesiyle başlıyordu. Ayrıca annem, Emel Çelebi’nin “Gündelikçi” belgeselinde Serçe’yi sözlü olarak söylemişti. Serçe, onun doğaçlaması ve bestesidir. Orada olduğu gibi kullanıdık. Albümde enstrümansız olan tek eserdir. Annem diye demiyorum, Anadolu’da duyduğum en iyi kadın sesi olabilir. “Madem ki elimde çok iyi bir ses var neden kullanmayayım ki?” dedim. Aslında hiç bir eğitimi olmadığı için nota üzerinden değil farklı bir teknikle çalışıyoruz. Bana göre enstrümanda da seste de birinci koşul karakterlerin iyi olması ve meziyetli-sanatsal olması. Ben de albümde çalıştığım isimlerde buna baktım. 

Albüm CD olarak da yayınlandı. Albümün CD olarak da yayınlanması sizin mi yoksa Kalan Müzik’in isteği miydi?

-Aslında Hasan Saltık ile konuşurken albümün basılmasına yönelik de konuştuk. Albümün Kalan tınısına uygun olduğunu öngördü. Geçmişte kendisi bana az üretim olduğundan, belli bir türkü repertuvarı üzerinden albümler yapıldığından bahsetmişti. Bu bağlamda Hasan Saltık orijinal besteler yapma konusunda her zaman beni destekledi. Ben bu albümü götürdüğümde zaten belli sayıda CD basmayı düşündüler ve müzik marketlerde yerini aldı. 

Ayrıca bir dönem Fırat Tanış’ın “Gelin Tanış Olalım” müzikli oyununda çalıştınız. O oyuna nasıl dahil oldunuz? 

-Fırat Tanış ile tesadüfen tanıştık. Bu albüm bitmişti, dinletmiştim. Turnalar’ı beğenmişti. Antalya’ya bir filmle gelmişti. Orada da karşılaştık. Sonra da Fırat aradı. Projesinden bahsetti, müziklerini yapmamı istediğini söyledi. Ben en başta bir yaylı dörtlü ve bağlama şeklinde yapmayı düşündüm o da Anadolu tınılarını istediğini söyledi. Projeyi beraber açığa çıkardık ve ilk 20 oyunda bir arada çalıştık. Sonraki tiyatro müziğim ise ülkemiz tiyatrosunun önemli üstadlarından  Genco Erkal ile bir çalışmamız oldu. Kendisi benden “Göçmenleeeer” oyununun müziğini yapmamı isterken özellikle annemin sesini de olmasını isteyerek “Annenin sesini de duyacağız değil mi bestelerde?” dedi. Bu bağlamda annemin vokallerini bol bol kullandık. Ayrıca Afrika’dan İngiltere’ye göçmeye çalışan bir karakter için Zulu dilinde bir beste yaptım. Tüm bu sinema-tiyatro müzik çalışmalarımı da sonra “Tiyatro-Film Müzikleri” diye bir albüm olarak yayınlamayı istiyorum. 

Anka albümü bağlamında kendi müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? 

-Anka’nın hikayesi, şuradan yola çıkıyor. Doğa ile insan arasında büyük bir uçurum var. Doğadan uzaklaşma sebebimiz de biziz, çünkü doğanın koşullarını da bitiriyoruz. Anka, kültürlerde kuşlara önderlik ettiğine inanılan bir kuş figürüdür. Kuşlar, doğa koşullarının tükenmesinden dolayı bu dünyadan göç etmek istiyorlar; bu büyük bir göç, göçmen kuşlar hikayesi de değil… Bu dünyadan başka bir diyara göçmek istiyorlar. Ben de onların göçeceği paralel evreni, tasarlarken biraz eski fizik okumadan gelen bilgileri de içine yerleştirdim. Bu boyutlararası geçişi sağlamaları için Anka’ya ihtiyaçları var ancak Anka’nın küllerini bulamıyorlar. Anka; mitlerde küllerinden yeniden doğan kuş olarak da geçer. Külleri bulacak kişilerin de gezginler olacağını düşündüm. Onlara doğrudan derviş ya da keşiş gibi bir isim koymadım. İlk bestem “Gezgin”e de gönderme yaparak Anadolu merkezli bir gezgine aitti. Kuşlar, gezginleri uyandırıyorlar. Tek bir gezgin ya da iki gezgin… Taşlaşmış kuşlar gelerek onların mekanlarında ses çıkararak gagalayarak onu uyandırıyorlar. Oradaki gezgin de meclis oluyor. Eskiden ermişlerin hayvanlarla konuştuğuna inanılırmış. Oradaki gibi kuşlar dertlerini anlatıyor ve gezgin de Anka’nın küllerini bulmak için bir yolculuğa çıkıyor. Tabi gezginin bıraktığı bir dünya da yok, belki sevdiği bir insan da yok, çünkü yıllar sonra taşlarından yeniden dirilmiş. “Yalnız Gezgin” de onu anlatıyor. Bıraktığı bir dünya da yok. Değişen birçok şey var. İnsan kültürlerinin kaybettiği şeyler var, onları da görüyor. Bunları aslında günümüzde biz de görüyoruz. Hani bu fantastik bir hikaye gibi de olsa bizim de artık kaybettiğimiz birçok değer, birçok samimi unsur, kültür var. Sonra gezgin, Anka’yı buluyor ve küllerinden tekrar asası veya başka bir mistik hareketle onun küllerini yeniden kıvılcımlandırıp tekrar canlanmasını sağlıyor. Anka ile birlikte tüm kuşlar dünyadan göç ediyor ve onlarla birlikte Onlarla birlikte insanlığın bir ümidi de hala olsun bağlamında, bütün kuşlar aramızdaki çocukları da bu dünyadan götürüyorlar ve gezginin açtığı boyutla, güneşin batma ve doğma anlarında açtığı boyuttan bütün kuşlar ve küçük çocuklar bu dünyadan göç ediyor… Burada “Küçük Kuşlar” eserindeki göndermeyle birlikte insan türünün en saf hali çocuklardır benim için. Kafalarında hiç bir dogmaları hiç bir kalıp yoktur. En masum halimizdir. Hikaye bu aslında ve bu ana hikayeyi örüntülemek için de işte zaten çoğu kuş ismini kullandım. Örneğin “Turnalar” aslında Alevi kültürünün kaybettiği, zaten sözlerinde çok vurgu var “Dervişin adı kaldı, dervişin ahı kaldı…” Günümüzde deyişleri söylüyoruz ama kimse deyişlerdeki gibi yaşamıyor artık. O deyişlerin evrensel sözleri de var, günümüze de uyarlanabilir. Turnalar da Alevi merkezli kaybettiklerimizi anlatır. Ama, “Sevgi Olabilmek” biraz farklıdır. Biz sevme kültürümüzü de yavaş yavaş kaybediyoruz aslında… Her şeyi ya fanatikçe seviyoruz ya da sevmiyoruz… İçi boşaltılmış bir sevgi kavramı var. Bizim kaybettiğimiz duyguları da götürüyorlar çünkü kuşlar. Sevmek, arkadaşlık, dostluk, samimiyet… Bu tarz betimleyebileceğimiz birçok kültürü de beraberinde götürdüğü için… “Veda” zaten kuşlara veda… “Bülbül” tasavvufta da geçer, bülbülün sırrı üzerine bir eser. Eserler ya kuş ismi ya da kaybettiğimiz değerlere dair. “Garodıs” zaten Ermenice “özledim” demek. “Anka” da Ermenice bir eser. Ermenice yazmamın nedeni, bu senfonik bir yapıt. Birincisi, küçükken Pangaltı, Kurtuluş ve Şişli’de Ermeni arkadaşlarım vardı. O kültürü de bir şekilde aldım. İkincisi de “Anka”da senfonik orkestral bir tür var, diğer parçalarda da farklı tınılar var; ancak Anka dediğim gibi orkestral ve orkestral eserlerde eski diller daha iyi tınlıyor. Türkçe yapsaydık daha köşeli kalıyordu. Özellikle Ermenice olsun istedim. Ermeni bir çocukluk arkadaşım Serli Miranda Erkunt sözleri yazdı ben de besteledim. “Garodıs”te de annemin Türkçe sözlerini Ermenice’ye çevirdik. Bu çeviriyi yapan Dençali Lafçıoğlu, bazı cümlelerde yaptığı katkılardan dolayı etik olarak o da söz yazarı olarak geçti. Eserlerin hepsinin ayrı tınılarda olması hem bu alanda yaptığım çalışmaları da sergilememe imkan verirken ana nedeni “Bakın, ben burada değişik türlerde müzikler yapıyorum!” değil… Burada bir hikaye var, sinemaya gittiğimizde bir hikayede beş karakter varsa hepsi ayrıdır, kostümleri, ruh halleri vs. ayrıdır. Bunu yapabilme yeteneğim tabi ki buna elverdi ama hikayeörüntüsünde… Mesela “Turnalar” farklı bir turna ses çıkarır. “Anka” da farklı bir ses olsun dedim. Bülbül’ün, Papağan’ın, Küçük Kuşlar’ın farklı bir sesi var, çünkü hepsi ayrı karakter olduğu. Diğer eserlerde de öyle. Kuşlar dışında olanlarda da ayrı hikaye ve tınıların olmasını istedim. Belki de lied motiflerin farklı bir versiyonu olarak düşünebiliriz. Orada olduğu gibi albümde de karakterin ayrı bir teması var. Mesela vokallerde annemin sesinin geniş olması bakımından hikayenin Anadolu toprakları ve Anadolu üstadları bakımından da vokal tarzında bir düzenleme var; hem buralı hem de oralı -yani dünyalı- olabilen. Bunu da doğu-batı sentezi diye yapmadık. Ben senteze de inanmıyorum. Sentezden ziyade daha genetik bir kod değişimi gibi. Sonuçta hepimiz dünyalıyız ve doğunun batının belki ayrılması bile ayrı bir tartışma konusu; ama sonuçta batının doğusu da başka bir yer olur, onların hepsi insanların koyduğu sınırlar, ama dünya müziğindeki vokallerin geneline gönderme yapabileceğim renkli bir albüm oldu. Benim açımdan tekdüze okumalardan ziyade farklı bir vokal anlayışı olmalıydı. Mesela “Veda” da bizdeki uzun hava formatı gibi doğaçlama vardır. Genelde uzun havalar solistin sesiyle aynı renkte başlayıp aynı gırtlaklarda devam ederken annemin vokalinde her cümleye ayrı bir söyleme biçimi ekledik. Vokal kullanımı ve gırtlak kullanımını renkli bir şekilde tutmaya çalıştık. Tek bir eserde tek bir vokal olmasına rağmen… Kayıtları ve mixi ev stüdyomda yaptım, mastering ise Kalan stüdyosunda Cafer Ozan Türkyılmaz tarafından yapıldı. 

Albüm sonrasında yapmayı düşündüğünüz yeni çalışmalar var mı?

-Tabi, var. Özellikle kadın sesleri ile ilgili var. Elde hazır olan besteleri bir konsepte oturtup yayınlamak istiyorum. Bunun dışında farklı dillerde bir albüm projeleri var. Anka’daki gibi çoklu tını değil; Anka’nın konsept daha karışık tınıları istiyordu. Mesela tek bir tını, R&B ya da Blues tadında bir albüm. Ya da sadece etnik bir doku olan… Bunun dışında günümüz Alevi müziğine dair bir şey yapma hedefim var. Çok fikir var, onları sıralamam lazım. Şu an hedefte bir an önce konseptleri tamamlayıp hazır hale getirip kenara koyacağım. Yayınlanması konusunda da Hasan Saltık nasıl uygun görürse… Ya da kim bilir, başka şekilde de gelişebilir. Günümüz piyasası dijitale dönüyor. Tekli ya da EP olarak dijital formatta da yayınlanabilir. Yine demiş olduğum gibi Tiyatro ve film üzerine yaptığım müzikleri enstrümantal olarak “Tiyatro-Film Müzikleri” diye bir albüm olarak yayınlamayı istiyorum. 

Nazım Çınar’a bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum. “Anka”yı tüm müzik marketlerde ve dijital platformlarda bulabilirsiniz.