Albümlü müzik kariyerinde 24 yılı geride bırakan ve Ada Müzik etiketli 1996 tarihli ilk albümü “Uçurumda Açan” sonrasında deneysel ve caz tınıların izinden gitmeye devam eden müzisyen Şevket Akıncı, “Uçurumda Açan”dan sonra ikinci bir şarkı albümü olan “Radyo Ekoton”u Kalan Müzik etiketiyle dinleyicilerle buluşturdu. Kalabalık bir müzisyen kadrosunu barındıran albüm, Şubat ayındaki lansman konseriyle de dinleyicilerin beğenisini kazandı. Akıncı ile Bi’Kuble için Şubat ayında, henüz pandemi dönemini (uzmanlar dışında) aklımıza getirmediğimiz (ve tabi ki böyle bir dönemin müzik endüstrisini de farklı bağlamlarda etkileyeceğini düşünmediğimiz) bir zamanda “Radyo Ekoton” üzerine bir röportaj yapmıştım ve pandemi kaynaklı nedenlerden yayınlanması Eylül ayını bulan bu röportaj, aslında bir nevi “Pandemi öncesi nostaljisi” olarak yayınlanmış oldu.
Öncelikle ilk solo şarkı albümünüz “Uçurumda Açan” ile “Radyo Ekoton” arasında 24 yıllık bir ara var. Bu aradaki dönemi nasıl özetlersiniz? Bu bağlamda “Radyo Ekoton”un ortaya çıkışı nasıl gelişti?
-24 yıllık arada şarkı dışında, şarkıdan ne kadar uzak biçim varsa denedim. Oysa ki benim müzikte ilk yaptığım şey gitar çalmak değil şarkı yazmaktı. Şarkı yazarak gitara başladım. Doğru dürüst bir gitar öğretmenim de yoktu. Gitar çalmadan önce birkaç akor öğrenip şarkı yazmaya başladım. Sonradan Jimi Hendrix’i keşfedince gitara, Miles Davis ve Wes Montgomery’yi keşfedince caza yoğunlaştım ve Berklee’ye gittim. Ama periyodik aralarla hep şarkı yazdım, 1986-2001 arasında kaydettiğim ama yaynlamadığım bir sürü şarkı var. Müzik endüstrisi değişti artık ve bir platformda paylaşabilirim. Caz, “deneysel”müzik, pop aranjörlüğü, oda orkestrası için kompozisyon vs… bir sürü projeye yoğunlaşmam belki birer kaçıştı. Yazmak istediğin şarkıyı yazamamak kadar gerçekten kabus gibi. Barton Fink filmindeki sahneleri çok yaşadım. Bu yüzden çok kez havlu attım. Bir şarkı yazmak dünyanın en kolay işi belki ama iyi bir şarkı yazmak o kadar kolay değil. Coltrane gibi çalmak kadar zor. İlk albüm çıktıktan sonra o konuda bir ilham tıkanmasına yakalandım. Başak Yavuz, Bi’ Şarkım Var’ı düzenlemeye başlamıştı. Amatör-profesyonel kim varsa yeni şarkılarını çalıp-söylüyordu. Başak, beni geceyi sunmak için davet etti. Mitanni’deydi o zaman. Bu sefer iki şarkı söylememi teklif etti. Ortada yeni şarkım yoktu ama kabul ettim. Etkinlikten birkaç gün önce 2-3 şarkı çıktı böyle ve olabiliyormuş diye düşündüm. İlk etkinliğimde “Büyük Soğuktan Önce” ve “Elveda Kardeşim”i söylemiştim, ilgi gördü, alkış da aldım. Sonrakine de ismimi yazdırdım. “Uyan” ve “Berlin” ve “First In Line” bu gecelerde seslendirdiğim şarkılarımdandır. Böyle böyle albümün büyük kısmı oluştu. Cansun Küçüktürk ön ayak oldu ve albümü kaydetmeye başladım. Onun evinde kaydettik ve mix-mastering-kayıt çalışmasını kendisi üstlendi. Albümde de gitarist olarak da yer aldı. Şarkı çıktıkça kaydettik. Enstrüman sayısını az tutarak vokali önde tuttuk. Aslında farkettim ki ilk şarkılarımdan farklı tam bir şarkı albümü olmuyor. 24 senenin korkusu da var. Aradaki 24 senenin harmanı gibi. O 24 senenin içinde olduğu ara bölgede var olduğu için Ekoton demiş olabilirim. Aslında Başak böyle bir şey sunmasaydı, Cansun da destek olmasaydı belki tekrar şarkı yazmayacaktım. Tabi destekleyen eşim ve çocuklarım var, yoksa
sesime de güvenmiyordum. Zaman içinde sesim de pesleşmişti! (gülüyor)
Albüm için Kalan Müzik ile çalışmaya nasıl karar verdiniz?
-Cansun’un Bajar ile çıkarttığı albümler Kalan’dan çıkmıştı. Örneğin Vedat Yıldırım ile yaptığı Kalan / Z Müzik olarak yayınlanan “Ev Kayıtları” albümünden de etkilenmiştim. Bir taraftan Şirin Soysal, Ruşen Alkar ve Uygar Yüzereroğlu’nun prodüktörlüğünü yaparken şarkı formuyla özdeşleştim ve albüm de tamamlanınca Cansun da Hasan Saltık’ı tanıdığı için onun vesilesiyle Kalan Müzik ile görüştük, albüm Kalan Müzik’ten çıktı.
Deneysel çalışmalar ile şarkı yapmak arasında hangisi sizin yapmak istediğiniz müziği aktarabildi?
-Her ikisi de… Açıkçası müziği kategoriler olarak ele almak istemiyorum. Herhangi bir sanatsal yaratımdaki başarıyı, soyut olan bir şeyi somutlaştırabildiğimde sağlayabilirim. Şunu şu kadar bunu bu kadar koyayım… Bunlar zihinsel ve entelektüel kararlar değil. Burada kararlarıma eşlik eden nedenlerin “çünkü”sü yok. Seçim önce geliyor. Neden ise sonra geliyor. “Neden”i ise ya ben sonradan buluyorum ya da başkaları sonradan söylüyor. Genellikle bir çerçeve çizdiğimde bile bu entelektüel bir karar değil, kulağımın peşinden gidiyorum. Kulağımı dinliyorum. Benim yaptığım herhangi deneysel müziği uçup gökyüzünde kaybolan bir balon gibi düşün, ses ve söz o balonu tutup yere yakın durmasını sağlayan el gibi oluyor. David Sylvian’ın Derek Bailey ile yaptığı duolar gibi. Onu sadece Bailey olarak dinlesen çok içine girmene izin vermez, fazla soyut gelir. Ama Sylvian’ın vokali somutlaştırıyor, o balonu tutan el oluyor. Daha çok dinleyiciye ulaşmak istiyordum gerçekten. Geçen sene Anıl Çelik ile yaptığımız albüm Alien Lounge ile normalde olduğundan da daha küçük bir kitleye hitap ettiğimi gördüm. Ben biraz müziğe ilk başladığım yıllarda dinlediğim şeylere geri dönmek ve ayaklarımı yere basmak istedim. Söz ve sesi dahil etme bundan dolayı geldi. Yoksa her şey deneysel benim için! (gülüyor)
Lansman konserinde transseksüel caz diye bir tabir kullandınız. Cazdaki deneyselliği kendi açınızdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
-O bir espriydi. Yıllar ilerledikçe daha çok kategori çıkıyor. Caz sözcüğünün de önüne bir çok kelime konmaya başlandı, özellikle son 20 yılda: nu-jazz, acid-jazz vs…gibi Bu terimler birer pazarlama tekniği olarak kullanıldı bence. Özgür caz, bebop, dixieland, jazz manouche gibi birer geleneğe dönüşmüş değiller. Bu durumla dalga geçmek istedim sanırım…Caz kendine geleni alan, gittiği yere kolay girip dönüşebilen bir müzik olduğu için bu türler de karışıyor. Bir müzik dükkanında B kısmına baktığımızda caz kısmında Anthony Braxton da var, Sidney Bechet de var, Peter Brötzmann da var, Chat Baker da var. hepsi çok farklı; dolayısıyla Cazın doğuşunda New Orleans’taki çok çeşitliliği düşünün… Voodoo ayinleri vardır bir sokak ötede de Fransızların getirdiği Opera vardır… Bu karışımdan doğdu. Dolayısıyla bütün caz tarihi New Orleans’taki çeşitliliğin aynası gibi. Özellikle post dönemde her şey iç içe geçti, hem dönemsel hem de bölgesel olarak… Ne “yeni” sayılabilir cazda? İcat, çok özgün bir yorum ve/veya çok cazip bir sentez. Sanatta yeni olan ne varsa bunlardan biridir, ya da bunların kombinasyonudur. Son yıllarda belki bir icat çıkımıyor ama iletişimin globalleşmesiyle bir çok farklı sentez duymaya başladık. Shining adında bir Norveç grubu var mesela. Opera, Caz ve Metali karıştırmış. Bunları plak şirketleri pazarlamak için bir kategori bulamıyorlar. Caz kategorisine koyuyorlar ama tür olarak Nu Jazz, Post-Bop gibi… Espri olsun diye burada artık varolmayan bir caza doğru giderken transseksüel caz diye bir tabir düşünmüştüm!
Albümde büyük bir kadro var. Bu kadronun albüme dahil oluuş nasıl gelişti?
-Bu albümde yer alan herkesin solo bir kariyeri var. Benim eşlik yapan değil kolektif bir çabanın ürünüydü. Onların hepsi arkadaşım. Bir kısmı da öğrencimdi. Gülce Duru, Esra Kayıkçı, Duygu Argın, Selin Baycan (ki onun da albümünün prodüktörlüğünü yapacağım, kolları sıvadık) Şirin Soysal’ı çocukluğundan beri tanıyordum,. Başak Yavuz ile aynı okulda hocayız.
Müzik ortamından tanıyıp arkadaş olduğum birlikte çaldığım isimler Sumru Ağıryürüyen, Ceyda Özbaşarel, Ülkü Aybala Sunat, Ruşen Alkar… Zeynep Kaya, Saadet Türköz sık sık çaldığım insanlar. Özün Usta zaten yakın arkadaşımdır. Cansun zaten en başından beri var. Albümün ismini ortaya çıkartan Orçun Baştürk var. İsmini sayamadığım ve unutmamam da gereken önemli bir kadro, bir arkadaş albümü oldu aslında.
Aynı zamanda Ruşen Alkar’ın “Hêdî Hêdî” albümünün de prodüksiyonunu üstlendiniz. Kendisiyle çalışma süreciniz nasıl gelişti?
-Ruşen beni aradı. Ben onu Bi’ Şarkım Var albümünden tanıyordum. Albümdeki “Dip Nere”yi çok çok beğenmiştim. İç burkan bir sesi ve müziği var..Kendi anlattığına göre “Escher Chronicles”daki müziksel zenginliği beğenmiş ve benzer bir dokuyu kendi albümünde istedi. Ruşen deneysellik ve müzik bakımından da cesur bir kadın. Radyo Ekoton hazır olduğu zaman onun “Hêdî Hêdî” albümü de hazırdı. İki albüm aynı anda çıkacaktı ancak iki albümün birbirini gölgelemesini de istemedik. Ruşen’in albümü biraz daha önce çıktı Kalan’dan.
Albüm hakkında nasıl geri dönüşler aldınız?
-Arkadaşlarım ve değer verdiğim müzisyenlerden güzel geri dönüşler aldım Aslında daha önce sınırlı bir dinleyici kitlem vardı. Mesela geçen biri söyledi. Beni tanımayan bir dinleyici benim albümümden bahsediyormuş. Daha önce olan bir şey değildi. Yaptığım çalışmalar, beni tanımayan kitleye hemen ulaşamıyordu. Ancak bu sefer şarkı albümü olduğu için ilgi farklı oldu.
Albümünüz CD olarak da yayınlandı. Bir müzisyen ve dinleyici olarak dijitalleşen müzik endüstrisinin şimdiki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Ben plak jenerasyonundan gelen biri olarak hem öğrencilerim hem de CD jenerasyonuna yetişmiş ya da yetişememiş dinleyiciyi gözlemlediğimde, dijitalleşmenin olumlu taraflarından çok olumsuz taraflarını görüyorum. Zamanında bir plak ya da kaset almak için para biriktirir ve o plağı alan kişinin evine gider dinlerdik. Bir albümü bir kere değil üst üste dinlerdik, biz müziği öyle tanıdık; bir şeyi 100 defa dinleyerek tanıdık, 100 şeyi azar azar dinleyerek değil… Müzik dinleme pratiğimiz değişti; dar alanlara gitti, kendi başımıza bilgisayar hoparlörlerinden dinliyoruz, dar zamanlara gitti, çoğu zaman başka bir iş yaparken dinliyoruz. Üretim pratiği de değişti, yaptığın çalışmayı 1 dakikalık videoya ya da 15 saniyelik hikayeye sığdırman lazım. Bana göre gereken, dinleyicinin disiplinli şekilde albümlerin yapılması için verilen emeğin en azından yarısını dinlerken göstermesi. Ayrıca hala CD’nin bir değeri de var. Hasan Saltık’ın söylediğine göre, bir festivalde ya da bir organizasyonda yer almak için CD göndermen gerekiyor, link yollayamıyorsun. Bir CD’nin olması gerekiyor. Aynı fikirdeyim…
Radyo Ekoton’dan sonra yapmayı düşündüğünüz çalışmalar var mı? Bu bağlamda yeni bir şarkı albümü de düşünüyor musunuz?
-Olabilir ancak uzun vadeli değil de kısa vadeli hedeflerle ilerledim hep. Şu ara düşündüğüm bir kayıt var. Çelloda Anıl Eraslan, tanburda Merve Salgar ve kemençede Elif Canfeza Gündüz’dan oluşan bir dörtlü için bir müzik yazmak istiyorum. Doğaçlama ama çerçevesi olan bir çalışma. Öyle bir kayıt yapmayı istiyorum. Yaşarsak, elimiz ayağımız tutarsa yeni bir çalışma da gelebilir. Öyle ki, her an yeni bir çalışma olabilirmiş gibi yaşamaya başladım açıkçası!
Şevket Akıncı’ya bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum. “Radyo Ekoton”u tüm müzik marketlerde ve dijital platformlarda bulabilirsiniz.
Yorum Ekle