Röportajlar

İlk teklisi “Nara”yı dinleyicilerle buluşturan Sevda Deniz Karali ile bir röportaj…

Çok yönlü bir sanat insanı Sevda Deniz Karali… Eğitimi doğrultusunda başarılı bir çevirmen, YouTube ve Instagram sayfalarında paylaştığı çeşitli şarkı yorumlarıyla müzikte de sevilen bir isim, oyunculuk anlamında aldığı eğitimlerin ilerisinde tiyatroda yönetmenlik yardımcılığına devam ederken öte yandan bir edebiyatçı… Tüm bu uğraşların içinde müziğe ilk endüstriyel adımını şu anda yeni versiyonuyla yayınlanan “Üç Beş Şiir” EP’siyle yapmışken ilk önemli adımını ise Yaşar’ın yorumuyla bilinen Murat Güneş eseri “Nara” ile atarak eseri alternatif tınılı bir anlayışla seslendirip Pasaj & Garaj Müzik etiketiyle ilk teklisi olarak dinleyicilerle buluşturan Karali ile Bi’Kuble için; müzik yolculuğunu, teklisini, aldığı geri dönüşleri ve gelecek çalışmalarını konuştuk.

Öncelikle “Nara”ya kadar olan müzik yolculuğunuza neler yaptınız? Bu bağlamda YouTube’da çeşitli şarkıları yorumlayıp yayınlamaya nasıl karar verdiniz ve bu çalışmalarınız ile ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?

-Müzik, şarkı söylemek, hatta şarkı yazmak bile küçüklüğümden beri hayatımda olan bir şeydi ama bunu bir kariyer konusu gibi görmedim hiç. YouTube kanalı açmam da “The Sound of Music” filmini izleyip çok çok sevmemle ve açıkçası bu filmi, müziğe kendimi daha çok adamaya dair bir nevi “çağrı” olarak görmemle oldu sanırım. Ukulele çalmayı öğrenir, kendimi ortalara atacağım için de daha çok gelişmeye çalışırım diye düşünmüştüm video koymaya başladığımda. Derken şarkılar beğenildi, ukulele o zamanlar şimdiki kadar yaygın olmadığından insanlar ders videolarını istemeye başladı, ben de elimden geldiğince tecrübemi paylaştım derken bir baktık yıllar geçmiş! (gülüyor)

Öte yandan, zamanında eklediğiniz “Üç Beş Şiir” EP’nizi yeni versiyonlarıyla ekleme fikri nasıl gelişti? Yeni versiyonlarla ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

-Nara’yı düzenlerken benim şarkılarımı da gitarla ve gerçek bir stüdyoda kaydetmek istedik. Ayrıca hepsi tekli gibiydi, bir EP olarak düzenledik, güzel de oldu, geri dönüşler de çok güzel. Ama arada içim sadece ukulele duymak istemiyor da diyemeyeceğim, yılların alışkanlığı belki! (gülüyor)

Bir tekli yayınlamaya, böylece sevilen bir eser olan “Nara”yı yorumlamaya nasıl karar verdiniz ve firmanız Pasaj & Garaj Müzik, Nara’nın sahibi Murat Güneş ve düzenlemesini birlikte üstlendiğiniz Efe Demiral ile yollarınız nasıl kesişti?

-Bu süreç tamamen Pasaj & Garaj Müzik’in hayatıma girmesiyle oldu tabii. Günlerden bir gün telefonuma Instagram’dan bir mesaj isteği geldi ve hikayemiz başladı! (gülüyor) İnternetteki videolarıma denk gelmişler, çok sevmişler, benimle birlikte neler yapabileceklerini görüşmek üzere çağırdılar. Büyük bir heyecanla gittim ve bence inanılmaz bir sinerji yakaladık. Sonrası da sanki yıllardır birlikte çalışıyormuşuz gibi mutlu bir süreç! Aslında kendi şarkılarım da var ama bu “piyasaya çıkış” denklemimde hem ben hem de şarkılar bir bilinmeyen olmasın dedik. Bence çok da güzel dedik. “Nara” çok sevdiğim, söylerken inanılmaz zevk aldığım bir şarkıydı. Pasaj & Garaj Müzik Murat Güneş’le irtibat kurup şarkının telifini sağladı. Efe Demiral’la tanışmamız da şarkıyı ukulele değil gitar eşliğinde söylemek istememizle gelişti. Kendisiyle stüdyo günü tanıştık ve şarkıya dair fikirlerimiz tamamen uyuşunca, onun önerileri de harika olunca ortaya böyle tatlı bir iş çıktı.

Klibi yöneten Tayfun Çetinkaya ile yollarınız nasıl kesişti? Klibin oluşum süreci nasıl gelişti ve klip ile ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?

-Pasaj & Garaj Müzik, beni klibin yönetmeniyle tanışmak üzere toplantıya çağırmıştı. Adı toplantı ama yine oturur oturmaz inanılmaz sıcak bir ortam! (gülüyor) Tayfun Çetinkaya da çok tatlı bir insan; birlikte şarkıyı dinledik. Aslında stüdyo çekimi düşünürken şarkıyı dinleyince Tayfun “Bu şarkı sokak istiyor” dedi ve seve seve onayladık. Bence de “Nara” için olabilecek en güzel yer sokaklardı. Ben yine yıllardır sokaklarda klip çekiyormuşum gibi rahat olunca, etrafım da güzel insanlarla dolunca mutlu mesut kayıtlarımızı aldık. Bundan daha iyi, daha “ben” bir çıkış klibi de düşünemiyorum açıkçası!

Ayrıca Çeviribilim eğitiminiz doğrultusunda pek çok kitabı Türkçe’ye çevirmeye devam ediyorsunuz. Çevirmenliğe başlamanız nasıl gelişti? Ayrıntı Yayınları ve İthaki Yayınları ile yollarınız nasıl kesişti? Bu yayınevlerinde çalışma sürecinizi ve çevirdiğiniz kitapları nasıl özetlersiniz?

-Üniversitede Çeviribilim Bölümü’nde okudum, mezun olduktan sonra inatla kitap çevirmenliği yapma arzumda direterek birkaç ay işsiz kaldım. Derken bir gün İthaki Yayınları’nın kapısına elden CV vermeye gittim, aslında başvuruları internetten alıyorlarmış ama sanırım kapıyı açan kişi bana kıyamadı! (gülüyor) Ardından editörlerden Ömer Ezer -ki kendisiyle hala çalışıyoruz- bana bir deneme çevirisi yolladı. Böylelikle ilk çevirimi yapmış oldum. Hemen ardından Ayrıntı Yayınları gönderdiğim e-postaya dönünce birdenbire resmi bir çevirmen olmayı başardım. Hala da mutlulukla çeviri yapmayı sürdürüyorum.

Yine bu doğrultuda Haydi Dergi’de de yazmaya başlamanız nasıl gelişti? Bu bağlamda dijital edebiyat dergilerinin edebiyattaki rolünü kendi açınızdan nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Haydi Dergi’nin kurucuları arkadaşlarım, zaten dergiyi de arkadaşlarıyla çıkarmak üzere başlamışlardı bu işe. Özünde, bir yerde bir şey yayınlamış olmanın da ötesinde, iki ayda bir bile olsa insanı yazmaya iten bir güzellik benim için Haydi Dergi. Şu anda bestelememi bekleyen iki şiirim aslında Haydi Dergi’ye son dakikada yazı yetiştirmeye çalışırken çıkardığım şeylerdi mesela, hepsini de çok çok seviyorum. Edebiyat dergilerine gelince, açıkçası benim hayatımda gidip de basılı bir edebiyat dergisi almışlığım yoktur. Dolayısıyla dijital olanla basılı olanı karşılaştıracak kadar tecrübem de yok. Ama elbette bir şeyi basmanın ne kadar büyük bir operasyon olduğunu biliyorum çeviri dünyasından da, dolayısıyla yalnızca hikayelerini anlatmak, bunu da kendi kendine kağıda bir şey karalamanın ötesine götürmek isteyen insanların dijital ortamda bu fırsatı daha kolay yaratabilmesi sanırım edebiyatın her hali için bir kazanç olsa gerek.

Öte yandan oyunculuk eğitimi almaya nasıl karar verdiniz ve sonraki dönemde BAM İstanbul ile yollarınız nasıl kesişti? Buradaki çalışmalarımızı nasıl özetlersiniz?

-Hayatımda yalnızca kitap çevirisinin olduğu ve başka dünyalara ihtiyaç duyduğum bir dönemde hiç hesapta yokken çıkıverdi aslında oyunculuk. “Ben hikayelerin her türlüsünü seviyorum, oynamasını neden sevmeyeyim?” demiştim, iyi ki de demişim. 2017 yılıydı, Craft Oyunculuk Atölyesi’ne giden bir arkadaşımla yarım yamalak bir konuşmanın ardından gidip yazıldım ben de atölyeye. Tam olarak beklentim neydi oradan şu an asla hatırlamıyorum ama Craft hayatımın 2. dönüm noktası olmuştur. Çok daha soğuk, duygusal anlamda daha sıkışık ve sınırlı bir insandım diye özetleyebilirim o dönüm noktamdan öncesini. Craft’taki ilk yılım hayatımı değiştirdi ama sonra aramızdaki bağ biraz zayıflamaya başladı. O sırada 1. Datça Tiyatro Festivali’nde Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazarlık atölyesine katıldım. Kendisinin Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin oyununa gidip aşık olmuştum, hayatımın ilk festivaline de sırf onun için katılmış oldum. Festivalden sonra Murat, “Kader Can” oyunu için provalara başlayacağını söyleyip bana da yönetmen yardımcılığını teklif etti. 2018 yılıydı o zaman; BAM İstanbul ekibine katıldım. Bu arada Craft’ta öğrenciliğime de son verdim tabii. 2018’den beri de BAM İstanbul olarak mutlu bir tiyatro ekibiyiz! 

Kendi müzik tarzınızı nasıl tanımlarsınız? Bu bağlamda çok yönlü bir sanat insanı olmak müziğe bakış açınıza neler kattı?

-Müzik tarzım, hayatın da sanatın da diğer her alanında olduğum gibi elbette, kaçınılmaz olarak. Ben çok gürültüye gelemiyorum! (gülüyor) Gürültüden kastım da yalnızca sesle alakalı bir şey değil. Her şeyin usul usul, sakin, dingin halini seviyorum. Ne bileyim, bir filmde de iki kişi birbirini gençliğin o acı vermeye daha eğilimli ateşiyle seviyorsa o benlik bir aşk olmuyor. Ya da bir şiir tüm sadeliğiyle içtenliğini ortaya koymak yerine metafor üstüne metafor sunuyorsa kalbime pek dokunmuyor. Bile bile karmaşıklaştırılmış şeyler ilgimi çekmiyor sanırım. İşin özü, her şeyin özündeki his. Hayatımdaki her şey de birbiriyle bu açıdan çok bağlantılı bence. Yani bir kitabı çevirirken zaten karakterin de yazarın da hissini alamadan onu Türkçeye layığınca aktaramıyorsunuz bence. Ya da şarkı söylerken o sözleri anlamıyorsanız, kalbinize bir şeyler olmuyorsa dilediğiniz kadar şan dersiniz olsun, isterseniz tek cümlede bilmem kaç oktav fırlayın, bana dokunmuyor. Bu benim görüşüm elbette. Dolayısıyla her şeyi kendime nasıl dokunuyorsa, nereden işliyorsa oradan aktarmaya çalışıyorum. Ben çok da mutluyum. Anladığım kadarıyla şu an için insanlar da öyle! (gülüyor) Belki şu kaosun arasında hepimizin biraz dinginliğe ihtiyacı var diyedir.

Nara’dan sonra yapmayı düşündüğünüz çalışmalar var mı?

-Elbette var. Söylemek istediğimiz şarkıların bitmesi mümkün değil zaten, ayrıca kendi şarkılarımı da çıkarıyor olacağız, ki benim de ortaya koyacak duygularım bitmez gibi duruyor! (gülüyor) Çok fazla ihtimalin ve güzelliğin olduğu bir yola girdik sanırım, ve umarım. Neler yaşanıyor birlikte göreceğiz.

Sevda Deniz Karali’ye bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum. Karali’nin “Nara” yorumunu tüm dijital platformlarda bulabilirsiniz.