Bağımsız Sahne köşesinin on sekizinci konuğu, dinleyicilerin 2017 tarihli ilk albümü “Daydreaming” ile tanıdığı ve kendi bağımsız ismi Afflatus olarak çalışmalarını yayınlamaya devam eden, 2020 içinde “Lights Of The Sun” ve “Today Is… OK” isimli iki teklinin ardından en son yeni teklisi “Love Story in Quarantine Times”ı dinleyicilerle buluşturan Ankaralı müzisyen Nilgün Özer… Özer ile Bi’Kuble için, müzik yolculuğunu, yeni teklisini, aldığı geri dönüşleri ve gelecek çalışmalarını konuştuk.
Öncelikle Daydreaming’e kadar olan müzik yolculuğunuzda neler yaptınız?
-Daydreaming, benim için yeni bir alana girişin ilk adımıydı. Ondan önce müzik kayıt ve düzenleme anlamında bir birikimim yoktu. Abimle parçalar yapar, bazen de doğaçlama takılırdık. Ben lisede gitar çalmaya başladıktan sonra Daydreaming’e kadar temelde yaptığım elimde gitarımla sürekli parçalar yazmaktı. Bir de tabi lise zamanları olunca ergen Nilgün’ün içini dökeceği, anlatacağı çok hikayesi vardı! (gülüyor) Parçalarımın sayısı artık otuzu bulmuştu. İnsan ortaya ne tür yaratıcı ürün koyarsa koysun insanların fikrilerini almak, herkesle paylaşmak istiyor. Ancak ben iyi ya da kötü, bir şekilde parçalarımı yayınlamadıkça bu isteğimi gerçekleştiremiyordum. Artık bir noktadan sonra ilk kayıt cihazlarımı alarak şimdi bana çok ayrı haz veren müzik prodüksiyonluk alanına küçük de olsa bir giriş yaptım. İlk olarak coverlar yayınladım, bu süre zarfında kendimi geliştirmeye çalıştım. Az çok istediğim sesleri elde etmeye başlayınca vakit kaybetmeden Daydreaming kayıtlarına başladım.
Bir albüm yapmaya nasıl karar verdiniz ve bu bağlamda Daydreaming’in oluşum süreci nasıl gelişti?
-Kendi başıma albüm çıkarmak benim liseden beri hayalimdi. Fakat müziğimi düzenleme fikri bana çok uzak ve zor geliyordu. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bu alana girmekten ve parçalarımı hak ettikleri potansiyellerinden daha düşük bir şekilde kaydetmekten korkuyordum. Bir noktadan sonra özellikle abimin de desteğiyle “Artık bir şeyler olsun istiyorsam kendim ortaya bir etki koymalıyım ki tepki alayım!” diyerek ilk kayıt cihazlarımı aldım. Aldıktan sonra yaklaşık 6 ay sadece kendimi eğitmeye çalıştım. Prodüksiyonluk ve kayıt anlamında kendimi geliştirmem gerekiyordu. İnternetten bol bol ders alıp coverlar kaydederek bu alanı keşfetmeye başladım. Vakit geçtikçe önemli bir şeyi fark ettim, bekledikçe parçalarıma bakış açım değişiyordu. Bu değişim iyi ya da kötü anlamda değildi. Daha çok onları ilk yaptığım sıradaki Nilgün gün geçtikçe farklılaşıyordu ve şarkılarımın kapsül içine aldığı hisler ve zaman dilimi artık geçmişe ait gibi gelmeye başlıyordu. Yani yazdığım parçalar özel hayatımla ilgili olsa da olmasa da benim için belli bir zamanı ve beni temsil ediyor. E biraz da parçalarımı çıkarmak için sabırsızlanınca çok beklemeden ilk albümümü kaydetmeye başladım. Bu süreçte yeri geldi sokak satıcılarının geçmesini bekledim yeri geldi aileme sessiz olacakları saat aralıkları verdim. Sonuç olarak 20 küsur parçamın kayıtlarını yaptım. Bana kalsa hepsini bir anda paylaşırdım ama canım abim sağ olsun biraz daha realist bakış açısıyla beni uyardı ve beta dinleyiciler seçip parçaları puanlamalarını istedik. İlk 6 parça diğerlerinden bariz bir şekilde en çok sevilenler olunca onları aldık. İlk parça Heart of Mine albümdeki son düzenlemeleri yaparken aşırı anlık bir şekilde, yaşadığım zorluklara ithafen kendimi teselli etme çabasıymış gibi ortaya çıktı. Normalde parçalarımı yazarken en çok sözler vaktimi alır. Ancak nadiren Heart of Mine da olduğu gibi sanki bir şeyler dışarı çıkmaya sabırsızlanıyormuş gibi söz-müzik derken parça sanki yıllardır o anı bekliyormuşçasına bir anda ortaya çıkabiliyor. En büyüleyici ve doyurucu gelen müzik yapma şekli bu oluyor ama hep de öyle olsa büyüsü bozulurdu diyerek kendimi teselli ediyorum! (gülüyor) Böylelikle 7 parçayı buldum. Albüm adını ise Daydreaming koydum çünkü her şey tam anlamıyla hayaller kurarak başladı. İsminin de bu gerçeği yansıtmasını istedim.
Daydreaming ile The Bitter One arasında iki yıllık bir süre var. Bu iki yıl içinde müziksel anlamda neler yaptınız ve The Bitter One ile ilgili nasıl geri dönüşler aldınız?
-O zamanlar ilk kez müzik yayınlamanın verdiği heyecanla yeni parçalar yapıyordum ve müzik dinleme alışkanlıklarım şekilleniyordu. Parçaları daha özümseyerek dinliyordum. Hem beste hem müzik anlamında deneysel şeyler yapıyordum. Aynı zamanda da okulu götürmeye çalışıyordum tabi. Ancak o iki yılın en güzel getirisi bağımsız müzisyenler ve platformlarla tanışmak oldu. ICAF albüm kapakları sergisinde Daydreaming albüm kapağım sergilendi. Birkaç performans verip müziğimi dinleyen ve dinleten insanları görmek beni duygulandırdı. Sonra sinema okuyan dostlarım Daydreaming’e klip çekmeyi önerdi, havalara uçtum desem az kalır. Bir günde sabahtan akşama kadar çekip bitirdik. Kendilerine sonsuz müteşekkirim. Böylelikle Daydreaming birinci yaşına klipiyle girmiş oldu. The Bitter One ise hep yapmak istediğim ama nasıl yapacağımı bilemediğim bir parçaydı. Feminizme bu kadar muhtaç olan bir ülkenin bu ideolojiyi yanlış tanıması, hakkında yazmak istediğim bir konuydu. Beni sonunda bu parçayı yapmaya iten feminist felsefesi dersinin final projesiydi. ODTÜ’den aldığım en zevkli ve bilgilendirici derslerden birisiydi bu ders. Sınav yerine yaratıcı bir proje yapmamızı isteyen hocamız sayesinde okuduğum ve beni en çok etkileyen makalelere atıflar yaparak sözleri yazdım. Daha önce hiç denemediğim bir yöntemdi, sonucunu beklediğimden çok sevdim. Hatta analizini yaptığım raporumu bile bloğumda paylaştım. Sonuç olarak harika tepkiler aldım. Dinleyicilerimle değerli bir bütünleşme oldu. The Bitter One, Radyoeksen’de yer aldı, beni gururlandıran playlistlere girdi.
2019 yılında Brownie (Büşra Nur Deliveli) ile bir EP “Distortion & Motion” yaptınız. Birlikte bir çalışma yapmaya nasıl karar verdiniz ve EP nasıl geri dönüşler aldı?
-Önceden bahsettiğim gibi müziğe artık daha deneysel yaklaşıyordum. Sadece elektro gitarımı kullanarak bir albüm ya da EP çıkarmak istiyordum. Büşra ile müzik zevklerimiz çok tutuyordu, biraz yüreklendirme ile birlikte bir şeyler yapmaya ikna ettim. Sözleri yazmak benim için aslında çok kişisel ve özeldir. Ancak kendisiyle ortak çok yanımız olunca ikimiz de büyük bir hevesle giriştik. Daydreaming’den en büyük farkı bu EP’de çok serbest bir şekilde müzik nereye götürürse oraya gittim ve normlardan çıkmaktan korkmadan ilerledim. Bu sebeple Stolen Crown gibi nakaratı nerede olduğu belli olmayan ama EP’nin favorisi olan güzellikler ortaya çıktı. Biz parçalar üzerinde çalışırken kendimce nasıl sıralarız diye düşünürken fark ettim ki aslında bir karakterin hikayesini yazmışız biz. Kafamda bu karakteri canlandırıp EP’nin son parçası ve aynı zamanda bu karakterin ismi olan Aura parçamı, hiç unutmam aldığım son lisans dersimde yazmıştım. Mezuniyet yılımda kendini bulmaya çalışan kaybolmuş bir karakter temalı müzik yapmak terapi gibi geldi. Aynı zamanda ilk kez prodüksiyonluk anlamında farklı ve cesur davranmıştım. Geri dönüşler de bu doğrultuda oldu. Stolen Crown birçok insanın favorisi oldu. Kıyı Müzik gibi lisede severek takip ettiğim platformların playlistlerine girdi. Takiben BacktotheSound müzik festivalinde yer aldım ve büyülü bir gün geçirdim. Tanıştığım için kendimi çok şanslı hissettiğim In Hoodies gibi sanatçılarla sahne paylaştım.
2020 içinde yayınladığınız üç tekliden ikisi “Lights of The Sun” ve “Today Is… Ok” teklilerinin oluşum süreci nasıl gelişti ve nasıl geri dönüşler aldınız?
-Lights of the Sun çok önceden başlayıp yarım kalan projelerimden biriydi. Mezuniyet sonrası kısa bir endişe dönemi sonunda kendimi toparlamak üzere bu parçaya yoğunlaştım. Sözler zaman içinde çok organik bir şekilde ilerledi. Yayınlayınca bir rahatlama gelmişti, sanki endişelerimi o parçaya dökmüşüm ve bırakmışım gibi. Yaklaşık bir ay sonra karantina dönemine girmemizle o rahatlama ortadan kalktı. İçinde bulunduğumuz travmanın ifadesi olarak “Today Is… Ok” parçamı yayınladım. Bazı günler hiçbir şey yapmak istememenin, üzgün olmanın da insanda yeri olduğunu anlatıyor bu parça. Prodüksiyonluk anlamında ise bir kez daha farklı şeyler denedim ve Lights of the Sun’dan farklı olarak yapmam gerekenden çok ne duymak istediğime odaklanarak daha minimal yaklaşmaya çalıştım. Karantinanın bana en iyi gelen yanı parça üretme anlamında kazandırdığı momentum oldu. Kendime olan güvenim güçlendi. Bir bilinmeyenin içinde bulunmak yapmayı en iyi bildiğim şeye, müzik yapmaya itti. Bunu müziklerime de yansıttığım için sanırım geri dönütler de çok hoştu. Online festivallerle dinleyiciyle temasa geçmek tadı tuzu oldu. Aksi halde içinde bulunduğumuz durumda insanın kendini karamsarlığa bırakmaması çok zor oluyor.
En son “Love Story in Quaratine Times”ı yayınladınız. Teklinin oluşum süreci nasıl gelişti ve nasıl geri dönüşler aldınız?
-Love Story in Quarantine Times isminden de anlaşılacağı üzere karantina dönemi yeşeren bir aşk hikayesini anlatıyor. Bu parçayı yazmaya iten ilk kıvılcım karantinanın ilk zamanları oluşan birlik havasıydı. Bütün dünyanın bir amaç için birleşmesi alışık olduğumuz bir şey değil. Küçük ama tatlı hikayeler insanı çok mutlu ediyor. Parça, bu tarz haberlere denk geldiğim sıralarda pozitif bir ruh haliyle ortaya çıktı. Ve sonradan fark ettim ki yayınladığım ilk aşk parçası olacaktı. Bu da motivasyonumu arttırdı tabi. İlk kez bir parçamın her şeyini çok kısa bir sürede bitirip yayınladım. Geri dönüşler de tatlı oldu. İnsanlar duygularımıza tercüme olan parçaların yanı sıra içinde yaşadığımız inanılması güç ciddi olaylara sarkastik yaklaşılmasını da seviyor bence. Love Story in Quarantine Times tam olarak böyle bir parça.
Tüm çalışmalarınızı bağımsız olarak yayınlıyor ve düzenleme-prodüksiyon aşamalarını da üstleniyorsunuz. Bu bağlamda bu durum size özgür bir alan sağlıyor mu?
-Elbette özgür bir alan veriyor. Müziğimi yaparken ekstra faktörlere göre şekillenmem gerekmiyor. Mesela, insanlar neyi sever diye çok düşünmek bana yaptığım müziğin büyüsünü bozuyor gibi geliyor. Ama sonucunda bu da bir iş olunca o açıdan da düşünmek gerekiyor. Bu noktada benim için önemli olan o dengeyi koruyarak ilerlemek oluyor. Başkasına karşı sorumluluk altına girmediğim için bu dengeyi daha rahat koruyor, daha cesur ve özgür hareket edebiliyorum.
Müziğinizi bağımsız olarak dinleyicilerle buluşturmanın sizce bir müzik firması aracılığıyla buluşturmak arasındaki farkı nedir?
-Aslında bu ayrım gün geçtikçe azalıyor. Fakat Türkiye’de elbette hala belirgin farkları var. Kendi açımdan bakacak olursam müziğimi son haline getirene kadar, hatta müzik yapmak dışında albüm kapağına kadar sanatsal her aşamasından çok keyif alıyorum. Hepsi beni ayrı mutlu ediyor. Ancak işin sanatsal kısmı bitince ve işin pazarlama alanı gelince pek sevmeyerek ilerliyorum. Sevmeyerek yaptığım bir işin de ne kadar etkili olduğu şüpheli tabi. Ve şu anda endüstri müzik yokluğu çekmiyor, tam aksine bombardıman altında. Her gün binlerce parça yayınlanıyor. Dolayısıyla benim müziğimden hoşlanabilecek insanlara ulaşmam eskisine göre daha önemli bir konuma gelince bu konuda eksik kalmak iyi olmuyor. Bir yandan da müzisyen dinleyici ilişkisi çok özel bir bağ, bu sebeple dinleyicilerimin beni ve müziğimi daha samimi, içten, organik yollarla tanımaları benim için paha biçilmez. Yani her şeyde olduğu gibi eksileri artıları var.
Kendi müziğinizi nasıl tanımlarsınız?
-Müziğimi düşününce ilk olarak aklıma dinamik kelimesi geldi. Sürekli farklı şeyler deneyerek kendi sesimi bulmaya çalışıyorum. Onlarca parçam arasından bazılarını özellikle seçip yayınlamak istememin sebebi bazı duyguları bana yoğun hissettirmeleri. Bunun yanında müzik yaparken gözümün önüne gelen görsellere de çok değer veriyorum. Yani parçalarımın hissettirdikleri genelde bu bağlamda kendini belli ediyor. Bu sebeple benim için görsel duygu şöleni olarak da tanımlayabilirim. Umarım dinleyicilerime bana yaparken verdiği bu hazzı veriyordur! (gülüyor)
Bütün çalışmalarınızı İngilizce olarak yayınladınız. Bu bilinçli bir tercih miydi ve ilerleyen zamanlarda Türkçe (ya da farklı dillerde) çalışmalarınız olacak mı?
-Aslında hiç bilinçli bir tercih değildi. 15 yaşında ilk kez parça yazmaya başladığımda hiç düşünmeden İngilizce yazıyordum. Arada nadiren Türkçe parçalarım da oldu ancak İngilizce ile kendimi daha iyi ifade ediyor gibi hissediyorum. Ancak Türkçe yazmak konusunda kendimi itiyorum bu ara. İngilizce yazmayı istesem de bırakamam ama Türkçe yazarak farklı ve tanımadığım başka bir yanımı keşfediyorum. İleride Türkçe bir albüm de gelebilir tabi!
Bununla birlikte dijital platformlarda çalışmalarınızı kendi Afflatus label-isminizle yayınlıyorsunuz. Label için bu ismi kullanmaya nasıl karar verdiniz? Bir hikayesi var mı?
-Aslında böyle göz dolduran bir hikayesi olsun isterdim ama ne yazık ki özel bir sebebi yok. Afflatus kelimesine önceden bir yerlerde denk gelmiştim ve anlamı hoşuma gittiği için tablosunu yapıp abime hediye etmiştim. Latince bir kelime. Cicero, “beklenmedik bir anda gelen ilahi nefes” olarak tanımlamış. Daha çok “aniden gelen yeni fikir ve ilham” anlamlarına geliyor. Müzik yapma sürecimle özdeşleştirebildiğim anlamı, yumuşak söylemi gönlümü fethetti. Zamanla takma ad gibi kullanmaya başladım. Sanatçı ismimin aynı kalmasını istediğimden emindim ama label ismi bulmam gerektiğini görünce hiç düşünmeden Afflatus yazdım. Bu şekilde kendi ismim gibi sahiplendiğim bir kelime oldu çıktı! (gülüyor)
Love Story in Quarantine Times’dan sonra yapmayı düşündüğünüz çalışmalar var mı?
-Evet! Aklımda çok proje var. Bazılarına ucundan başladım bile. Türkçe albüm projesi aklımın bir köşesinde. Bir yandan da prodüksiyonluk anlamında kendimi geliştirdikçe başka şeyler deniyorum. Şu sıralar çok heyecanlı bir şekilde üzerinde uğraştığım böyle bir çalışmam var. Umarım en yakın zamanda güzel haberlerini paylaşabilirim.
Nilgün Özer’e bu güzel röportaj için teşekkür ediyorum. “Love Story in Quarantine Times”ı tüm dijital platformlarda bulabilirsiniz.
Yorum Ekle